Tadımız kaçtı, keyfimizin içine turp sıkıldı. Üstelik bu his tek bir koldan da değil; adeta bir ahtapot gibi sekiz koldan sarıyor bizi.
Epey bir zaman desem daha doğru olacak; son günlerle sınırlandırılamayacak kadar uzadı bu durum. Epeydir, selam sabah sohbetlerinden tutun da daha derin ilişkilere kadar, “Nasılsın?” sorusuna aldığım cevap üzerine yazıyorum:
“Tatsız. İyiyim aslında, bir şey yok ama tadı yok…”
Tadımız kaçtı, keyfimizin içine turp sıkıldı. Üstelik bu his tek bir koldan da değil; adeta bir ahtapot gibi sekiz koldan sarıyor bizi.
Bu kadar tatsız bir ülke, yaşanan derin acılar, haksızlıklar, utanç, başarısızlık ve yetersizlik hisleri hepimize ne kadar da tanıdık. Ne yapsak olmuyor: En iyi akademik dereceler, işimiz için gerekli donanım, bilgi, beceri, hatta milyonlar tarafından seçilmiş olmak… Hiçbiri yetmiyor. Ne yapsak olmuyor.
Niyetim karamsarlık yaymak değil. Maazallah, topa tutulurum — çünkü psikolog olmanın şanındandır: Tüm olumsuz durumlardan çıkmanın bir reçetesini sunmak.
Niyeyse, psikolog olmanız, her sorunun üstesinden gelebileceğinizi ve mutlaka bir çıkış yolu bulabileceğinizi düşündürüyor.
Bu kanıyı anlamakla birlikte, bir şeyin altını çizmeden edemeyeceğim:
Eğer mesele sadece bir problemin çözümü olsaydı, işimiz hem kolay olurdu hem de bu “formül beklentisi”yle uyumlu ilerlerdi. Ancak çözüm reçetesi sunma meselesi, sorunun ya da çözümün yalnızca bireyle sınırlı olduğu inancını besliyor. Bu da bireyin içinde bulunduğu toplumun koşullarını, çevresini — kısacası bireyden bağımsız olan her şeyi — görmemize engel oluyor.
Buradaki tehlike şu: Hem problem, sizin bireysel performansınıza ya da başarınız/başarısızlığınıza indirgenmiş oluyor ve bu sizi çıkmaza sürüklüyor, hem de problemi yaratan koşullar — hatta daha ileri gidecek olursak, problemi yaratan failler — kimi zaman biz meslek elemanlarının da düştüğü bir tuzakla, bu bilgi perdesinin arkasına gizleniyor.
Her gün bu kadar toplumsal acıya maruz kalmak ve bir yandan bununla bağlantılı bireysel sıkıntılarla boğuşmak bize ne yapıyor?
Tadımızı kaçırıyor!
Haberlere bakmak istemiyoruz çünkü “batı cephesinde yeni bir şey yok.”
Eşimizle dostumuzla daha az görüşüyoruz çünkü herkes yoğun, yorgun ve hayatta kalmaya çalışıyor.
Çaresiz hissediyoruz, ne yapacağımızı bilmiyoruz, umutsuzuz…
Bir çözüm önerisi sunacaksak önce problemin adını doğru koyalım:
Mütemadiyen stres altındayız.
Bu bizden mi kaynaklı?
Buna alışmak mümkün mü?
Her birimizin bu duruma alışma süreci aynı mı?
Peki ya “formül”?
Nasıl ailelerde büyüdük, nasıl yetiştirildik, ne tür imkânlara sahibiz, bireysel farklılıklarımız neler — tüm bunlar bu sürecin bizler için bazı açılardan farklı olmasına, hissedilen sıkıntının her birimizde farklı şekilde ortaya çıkmasına neden olabilir.
Ama ortak olan bir şey var, altını tekrar çizelim:
Mütemadiyen stres altındayız.
Stres dediğimizde tamamen kötü bir şeyden söz etmiyoruz. Son yıllarda fiziksel nedeni bulunamayan her hastalığın “strese” bağlanması, bir belirsizlik hali yaratmış olsa da stres, aslında bizi harekete geçiren, odaklanmamızı sağlayan bir güç.
Kulağa hoş geliyor, değil mi?
Güzelliğini başka bir zaman konuşuruz; şimdi stresin uzun süreli misafirliğine odaklanalım.
Tatsız demiştik en başta.
Ne bu tatsız olan?
Uzun süreli stres, bizi hasta eder.
Kimi uyku problemleri yaşar, kimi panik atak geçirir, kimi mide rahatsızlıkları çeker, kimi kas gerginliği yaşar, kimi saç döker, kimi cinsel isteksizlik yaşar, kimi dikkatini toplayamaz…
Bu liste uzar gider.
Stres hayaleti, bu kılıklarda hayatımıza girer.
Dinleniriz, tatile gideriz ama yine de yorgun hissederiz.
Bağışıklık sistemimiz zayıflar, sık sık hasta oluruz.
Botoks yaptırırız — kırışıklıklar için değil, çenemiz için — çünkü diş gıcırdatırız.
Tıkanırcasına yeriz ya da iştahımız kesilir.
Erteleriz de erteleriz, “elbet bir gün” deriz.
İsteksiz, tahammülsüz, aniden sinirlenen biri oluruz.
Tanıdık geldi mi?
Bunlardan kaçını yaşıyorsunuz?
Elbette hepimiz aynı stres belirtilerini aynı düzeyde yaşamıyoruz; hepimizin eşikleri farklı.
Ancak ortak olan şu ki: Barınma, beslenme, sosyalleşme gibi en temel ihtiyaçlarımızı, var olan ekonomik koşullar yüzünden karşılayamıyoruz.
Bireysel olarak çabalıyoruz, daha çok çalışıyoruz ama yine de yetmiyor.
Çünkü mesele bireysel değil.
Yaşayabilmek için acı çeker hale geldik.
Her birimiz, kendi hikayemizde bu acının farklı katmanlarıyla yüzleşiyoruz.
Çocuklarının ihtiyacını karşılayamayan ebeveynlerin yaşadığı acıyı ve utancı anlamak zorundayız.
Bizden çalınan — bazen bir ekmek, bazen bir oy, bazen adalet, bazen bir yaşam…
Bizler hasta değiliz; sadece başkalarının utancını taşımaktan yorulduk.
Ve tekrar edelim:
Mütemadiyen stres altındayız.
Şimdi gelelim psikolog önerisine: Neşemize, keyfimize sahip çıkmak, bize haz veren isteklerimizi, hayallerimizi talep etmekten geri durmamak, yaşamımızı başkalarının kararlarına heba etmemek…
Bunu yapabilmenin en coşkulu, en güzel, en iyileştirici yanı ise:
Yan yana gelebilmek,
Yan yana durabilmek,
Yan yana ses çıkarabilmek.
Ve daha da gür, daha da gür bir sesle söylemek:
Kurtuluş yok tek başına!
Ya hep beraber, ya hiçbirimiz!
En Son Tv sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.