
Bir şehir düşünün… Kimi yazılarda adı geçiyor, kimi dualarda sessizce zikrediliyor ama kimsenin yüreğinde hak ettiği kadar yer bulamıyor. Taşlarında tarih, sokaklarında kimlik, ama ruhunda derin bir yorgunluk var. Geçtiğimiz günlerde Malatya üzerine kaleme aldığım “Sodom ve Gomore Yolunda Sürüklenen Şehir: Malatya” başlıklı yazı, bir sarsıntı yaratır mı diye bekledim. Çünkü o yazı bir kehanet değil, bir tespit; bir karalama değil, bir uyarıydı. Fakat beklenen olmadı.
Birkaç gün önce Malatyalı olup Kayseri’de ikamet eden, eli kalem tutup dili kelam eyleyen ve bir sivil toplum kuruluşunun da temsilcisi yanıma geldi. “Beni sizin bir yazınız buraya getirdi” dedi. Şaşırdım. “Hangi yazı?” dedim. “Sodom ve Gomore yolunda sürüklenen şehir: Malatya” diye cevap verdi. Bu yazıdan rahatsız olduğunu söyledi; rahatsızlığı hakaretten değil, sarsılmış bir vicdandan doğuyordu. “Gerçekten Malatya bu kadar mı kötüye gidiyor?” diye sorduğunda, ben de yazının arkasındaki sessiz gerçekleri anlattım: kayıtlarla sabit, gözle görülen ama dille söylemekten ar ettiğimiz çürümeleri, ahlaki çöküntüyü, yok olan gençliği, kirlenmiş ilişkileri, kaybolan adalet hissini, susturulmuş vicdanları.
O an fark ettim ki, dışarıda yaşayan bir Malatyalı, içeridekilerden çok daha fazla endişe duyuyor. Çünkü dışarıdan bakanın gözünde artık bu şehir bir “vaka” hâline gelmiş. Ne acıdır ki içeridekiler için her şey olağan, sıradan, alışılmış… Asıl tehlike de bu: kötülüğün sıradanlaşması.
FARKINDA OLMAYANLARIN ŞEHRİ
Malatya, sadece bir coğrafya değil; bir idrakin, bir ahlakın, bir medeniyetin aynası olmalıydı. Ancak bugün bu ayna tozla değil, gafletle hatta ihanetle kaplanmış durumda… diye ifade ettim.
Misafirim gözlerimin içine bakarak şu soruyu sordu:
“Bu kadar sarsıcı bir yazıdan sonra seni hiç arayan olmadı mı? Hiçbir yönetici, hiçbir idareci bu feryadın kaynağını sormadı mı?”
Yutkundum. Çünkü cevabım, bir şehrin en acı gerçeğini özetliyordu:
Hayır, kimse aramadı.
Hiçbir yönetici, hiçbir sorumlu “Bu şehir nereye gidiyor?” diye sormadı.
Bir tek idareciden, siyasetçiden veya kanaat önderinden “Ne oluyor bu şehre?” diye bir ses gelmemesi, sadece bir duyarsızlık değil; bir ölüm belirtisidir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurur: “Kalpler paslanır, tıpkı demirin paslandığı gibi. Onu cilalayan ise zikirdir.” (Tirmizî, Zühd, 62). Malatya’nın kalbi paslanmış, çünkü bu şehir artık kendi zikrini, kendi muhasebesini, kendi hakikatini unuttu. Herkes günü kurtarma, makamını koruma, çıkarını sürdürme derdinde. Vicdanlar susmuş, diller cilalanmış, yüzler maskelenmiş.
Yönetenler şehri değil, koltuklarını yönetiyor. İdareciler Malatya’nın derdini değil, protokol listesini ezberlemiş. En acısı, bu hâle halkın bile alışmış olması. Artık kimse sarsılmıyor, öfkelenmiyor, “Ne oluyor bize?” demiyor. Toplumun en basit tepkisi bile “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” korkaklığına dönüşmüş durumda.
MALATYA’NIN İDARECİLERİ VE TAŞRADA UNUTULAN SORUMLULUK
Malatya’da görev yapan idareciler, sanki bu şehir bir film sahnesiymiş gibi uzaktan izliyorlar.
Belediye başkanları reklamlarla, valiler protokollerle, müdürler törenlerle meşgul.
Oysa Malatya’nın derdi tabelada değil, tabanda.
Bu şehir, gençlerini kaybediyor; çünkü gençler adalet, liyakat ve umut göremiyor.
Kurumlar sadece bina duvarlarından ibaret; içleri boşalmış, ruhları çekilmiş.
Yönetenlerin önceliği görev değil, görünmek olmuş.
İşte tam bu noktada “taşra” artık bir coğrafya değil, bir zihniyet hâline dönüşüyor.
Taşralılaşmak, geri kalmak değil; sorumluluğunu unutmaktır.
Malatya’nın taşra teşkilatları, sadece evrak taşıyan, emir bekleyen, korkak bir bürokrasiye dönüşmüş durumda. Bir bürokrat, “şehrin ruhu ölüyor” diyen bir yazıya bile kulak vermiyorsa, o şehir artık bürokrasiyle değil, gafletle yönetiliyor demektir.
MİSİ, SİYASET VE ŞEHRİN KAYBOLAN VİCDANI
Bugün Malatya’da MİSİ (Malatya İnanç, Siyaset, İdare) üçgeni, bir vicdan değil; bir çıkar şebekesi gibi işliyor. Siyasiler, Malatya’nın sorunlarını değil; birbirlerinin hesaplarını konuşuyor. İdareciler, sorumluluk yerine suskunluk zırhına bürünmüş. Herkes “aman bana dokunmasın” derdinde.
Malatya artık cesur adamların değil, konforuna sığınanların şehri. Bir yazının altındaki çığlığı duymayanlar, yarın enkazın altında kalan şehir için “biz ne yaptık” diye ağlayacak. Ama o zaman iş işten geçmiş olacak.
Hz. Ömer (r.a.) der ki: “Bir millet, zulme sessiz kaldığı gün helak olur.” Zulüm sadece birini dövmek ya da yargısız tutuklamak değildir; zulüm, susulmaması gereken yerde susmaktır da.
SODOM VE GOMORE’NİN GÖLGESİNDE MALATYA
Sodom ve Gomore’nin helakı, sadece ahlaki bir çözülmenin değil, duyarsızlığın zirvesidir. Halk kötülüğün farkındaydı ama onu kabullenmişti; günahı normalleştirmiş, çirkinliği güzelleştirmişti. Malatya da bugün tam o kavşaktadır.
“Sodom ve Gomore Yolunda Sürüklenen Şehir: Malatya” yazısını kaleme aldığımda, işte bu tehlikeyi işaret etmek istedim. Çünkü bu şehirde yozlaşma artık bireysel değil, kolektif bir ruh hâline dönüşmüş durumda. Liyakatsizlik, adam kayırma, menfaat ilişkileri, makam hırsı… Hepsi bir çember gibi şehri sarmış, nefes alacak vicdan alanı bırakmamış.
En tehlikelisi, artık kimsenin bundan rahatsız olmaması. Ne bir yönetici, ne bir kanaat önderi, ne de halk bu çürümenin farkında. Tıpkı Sodom halkı gibi; felaketin kıyısında eğlenen, kahkahalar atan ama yıkımın ayak seslerini duymayan bir şehir görünümü var ortada.
Bugün Malatya’da yaşananlar sadece bir yönetim zaafı değil; ruhi bir felaketin başlangıcıdır.
Sodom ve Gomore halkı, helak olmadan önce defalarca uyarıldı ama aldırmadı. Tıpkı bugün olduğu gibi…
Uyarılar geldi, yazılar yazıldı, gerçekler söylendi ama değişen hiçbir şey olmadı.
…
En Son Tv sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.


