Hurriyet.com.tr’yi düzenli olarak takip edenlerdenseniz, kanser haberlerine verdiğimiz önemi de fark etmişsinizdir diye umuyorum. Dünyada ve ülkemizde kanserin teşhis ve tedavisine ilişkin araştırmalar, ulusal ve küresel kanser trendleri, hayatta kalanların hikayeleri ve daha pek çok konu, gündemimizde hep ilk sıralarda yer alıyor.
Tam da bu nedenle geçtiğimiz hafta Muş’ta düzenlenen ve Genç Birikim Derneği’nin ev sahipliği yaptığı 12’nci Uluslararası Onkoloji Günleri’ne gelen katılım davetini büyük bir memnuniyetle kabul ettim.
Türkiye’nin kanser alanında en önde gelen uzmanlarını ve sahada çok önemli işler yapan sivil toplum kuruluşlarını, 18 ülkeden araştırmacılar ve gönüllülerle bir araya getiren bu organizasyonun, benim için önemli bir öğrenme fırsatı olacağından emindim.
Ne var ki iki gün boyunca hafif nemli gözlerle gezeceğimi, yaşadıklarını çok büyük bir açık yüreklilikle anlatan gönüllülerin hayatta kalma hikayelerini dinlerken boğazımda oluşan düğümler nedeniyle yutkunmakta bu kadar zorlanacağımı hiç tahmin etmemiştim.
Üstelik “Hastalık bedeninizi yıpratır ama ruhunuzun büyümesine de vesile olur” gibi hayat dersleri almayı da pek beklemiyordum doğrusu…

Salih Yüce (Fotoğraf: İbrahim Yaldız/AA)
MEME KANSERİNDE HASTALARIN YAKLAŞIK YÜZDE 90’I KİTLELERİNİ KENDİLERİ BULUYOR
Elbette bütün hafta sonu dinlediklerimizi burada uzun uzun anlatmam mümkün değil ancak önemli gördüğüm birkaç satır başını paylaşmak isterim sizlerle.
Öncelikle çoğumuzun zaten bildiği bir detayın çizmekle başlayayım söze: Kanser genetik altyapısı olan ama çevresel etkenlerle tetiklenen bir hastalık. Bu nedenle günümüzde onkoloji ve genetik alanlarını birbirinden ayırmak imkansız hale gelmiş durumda. Bu ortaklık, kanserde vaka sayılarının ve öldürücülüğün azaltılmasında yani kanserle mücadelede çok önemli bir rol oynuyor.
Kanserle mücadelede bir diğer önemli faktör de aslında hepimizin bildiği bir kavram olan erken teşhis. Erken teşhis deyince de kişinin kendi vücudunu tanımasının ve vücudunda yaşanan değişimlerin farkında olmasının önemini vurgulamak gerekiyor.
Örneğin meme kanserinde sağ kalıma en çok etki eden faktör elle muayene çünkü hastaların yüzde 85 ila 90’ı memelerinde oluşan kitleleri kendileri buluyor. Her kitle kanser anlamına gelmese de kitlenin 1-2 adet döneminden sonra hala aynı yerde olması, sertliği, cilde açılmış olması ve kol altında lenfin ele gelmesi gibi unsurlar ihmal edilmemesi gerekenlerin ilk sıralarında.
GEN MUTASYONU SİLAHTAKİ KURŞUN AMA TETİĞİ ÇEKEN ÇEVRESEL FAKTÖRLER
Tabii bir de test meselesi var. Kişinin ailesinde aynı kolda aynı tipte kanser vakaları olması, 3’lü negatif meme kanser teşhisleri ve 50 yaş öncesi yakınlarda kanser teşhisleri, test yaptırmayı gerektiren en kritik durumlar ancak test yaptırmaktan kaçınma oldukça yaygın bir davranış. Çünkü çoğu kişi belki yıllar sonra ortaya çıkacak belki de hiç çıkmayacak bir hastalığın riskini bilerek, o kaygıyla yaşamak istemiyor.
Diğer bir yaklaşım da “Bilsem ne olacak?” diyenler. Bu gruptakiler, “Genimde varsa zaten kaçma şansım yok ki” diye düşünüyor ancak bu çok da doğru bir bakış açısı değil. Zira Prof. Dr. Ahmet Yeşilyurt’un tabiriyle, kansere yol açan gen mutasyonunu, silahtaki kurşun gibi düşünmek, tetiği çekip silahı patlatanın ise çevresel faktörler olduğunun farkına varmak gerekiyor.
“Nedir o çevresel faktörler?” derseniz beslenme ve çevre kirliliği gibi etkenler ilk akla gelenler ama bir faktör var ki Genç Birikim Derneği gönüllüsü ve kanseri atlatmış pırıl pırıl bir genç kadın olan Elif Bozkurt Gültekin‘in hikayesinin satır aralarında karşıma çıktı.

Elif Bozkurt Gültekin (Fotoğraf: İbrahim Yaldız/AA)
“İLK KEMOTERAPİDE ELİM YANDI, İZİ HALA DURUYOR”
34 yaşındaki Gültekin, 2014 yılında henüz 22 yaşındayken şans eseri tanıştı meme kanseriyle. “Bir gün duş alırken kendimi muayene etme ihtiyacı hissettim, elime bir kitle geldi” diyen Gültekin ertesi gün için hemen bir genel cerrahi randevusu aldı. Doktoru önce elle ve ultrasonla muayene etti, ardından biyopsi istedi. 15 günün sonunda Gültekin’e meme kanseri teşhisi kondu.
“Haberi aldığımda önce hiç tepki veremedim, belki de kanserin ne olduğunu bilmediğimden dolayı” diyen Gültekin’in ameliyatla alınan kitlesinin patoloji sonucu invaziv duktal karsinom çıktı. 1 yıl 2 ay boyunca çok yoğun bir kemoterapi tedavisi gören Gültekin, bir yıl önceye kadar da seçici östrojen reseptörü modülatörü kullandı.
Ülkemizde sağlık okur yazarlığı seviyesi maalesef halen hayal edilen düzeyde değil. Bu da birçok kişinin hastalığa ve beraberinde getirdiklerine hazırlıksız yakalanması anlamına geliyor. Gültekin kendisinin de hazırlıksız yakalananlardan biri olduğunu vurguladı sohbetimiz sırasında ve “Benim için zordu çünkü başlangıçta çok bilgisizdim. Örneğin ilk kemoterapide elimi yaktım. İlaç verilirken bir ara lavaboya gidip gelmiştim. O sırada iğnem yerinden oynamış. İlaç elimi yaktı. 11 yıl oldu ama yanık izi elimin üzerinde hala duruyor maalesef” dedi.
“ANNEMİN BANYOYU TEMİZLERKEN AĞLADIĞINI GÖRÜNCE SAÇLARIMI KAZITMAYA KARAR VERDİM”
Çoğumuz kanserin tanı ve tedavi sürecini kişinin sadece kendisini ilgilendiren bir şey olarak görme yanılgısını yaşıyoruz. Halbuki hem uzmanlar hem de hastalığı yaşamış olanlar bu sürecin kişinin ailesini ve toplumla ilişkilerini de derinden etkilediğini ve dönüştürdüğünü dile getiriyor sık sık.
Kendisini en çok zorlayan şeyleri sorduğumda Gültekin de benzer bir noktaya vurgu yaparak, “İki konuda zorlandım. Birincisi saçlarımın dökülmesiydi. Ben aslında saçlarımı kazıtmayı hiç düşünmüyordum. Ama bir yerden sonra, duş alırken saçlarım tutam tutam elime gelmeye başladı. O gün annemin banyodaki saçları temizlerken ağladığını gördüm ve onun üzerine ‘Ben en iyisi saçlarımı kazıtayım’ dedim. Sonrasında hiç peruk takmadım, kel kel dolaştım. Bir de maskeden muzdariptim. İnsanlar ağzımızda maskeyi görünce genelde bulaşıcı bir hastalığım var zannediyor, uzaklaşmak istiyordu. Ama iyi örnekler de vardı elbette. Örneğin bir keresinde bir anne ve çocukla hoş bir olay yaşadım. Çocuk annesine benim maskemi işaret edip ‘Bak’ deyince annesi ‘Bu abla doktor, o yüzden maske takıyor’ demişti. O yaklaşımı çok sevmiştim. Çocuğunu çekiştirip bana ‘Bunda bulaşıcı hastalık var’ muamelesi yapmaması hoşuma gitmişti” dedi.
Yukarıda da belirttiğim üzere, meme kanserinde kritik eşik 50 yaş. Daha öncesinde kanser teşhisi alanlara genetik test yapılması da elzem. 22 yaşında teşhis aldığı için kendisine de gen testi yapıldığını söyleyen Gültekin, “BRCA2 genim mutasyonlu çıktı. Ailemde benden önce kanser hastası yoktu. O nedenle genin kimden geldiğine bakmak için anneme ve kardeşlerime de test yapıldı. Annem, ablam ve küçük kız kardeşim de mutasyonlu çıktı” dedi.

Farkındalık Yürüyüşü’nden… (Fotoğraf: İbrahim Yaldız/AA)
TETİĞİ STRES Mİ ÇEKTİ?
Prof. Dr. Yeşilyurt’un silah ve tetiği çeken el analojisini hatırlatarak “Sizde tetiği çeken neydi?” diye sordum Gültekin’e. Aldığım cevap stresten uzak durmayı pek beceremeyen biri olarak gözümü açmamı sağladı: “Üzüntü ve iş stresi olduğunu düşünüyorum. Çünkü ben o dönemde prova mankenliği yapıyordum ve iş yerindeki yöneticim çok üzerime geliyordu. Bunu çok kafaya takıyor ve stres yapıyordum. Hastalığımın patlak verme sebebinin de bu olduğunu düşünüyorum. Kansere yakalandıktan sonra hiçbir şeye kafaya takmamayı, stres yapmamayı öğrendim. Artık hayatımı yaşıyorum.”
Gültekin’in son cümlelerini özellikle öne çıkarmak istedim çünkü gözlemleyebildiğim kadarıyla kanser olup iyileşen birçok birey benzer şeyler söylüyor. Kanserle Dans Derneği Başkanı Sevil Gürkan’la olan sohbetimiz de buna çok iyi bir örnek. 60 yaşındaki Gürkan aynı zamanda bir kamu kuruluşunda çalışıyor, evli ve 2 yetişkin çocuk annesi. Gürkan’ın çok nadir görülen bir kanser türü olan retroperitonal bölge kist adenokarsinom ile olan hikayesi de hem çok biricik hem de Gültekin’le benzerlikler taşıyor.
Kanserin hayatına 2007 yılında girdiğini belirten Gürkan, “Herhangi bir şikayetim yoktu. Rutin jinekolojik kontrollerimi yaptırıyordum. Kontrollerden önce aile geçmişim sorulduğunda ‘Teyzemin rahmi alındı’ demiştim. Bu cümle nedeniyle kan testlerinde kanser işaretçilerime bakan doktorum karsinoembriyonik antijen (CEA) isimli işaretçinin yüksekliğinden yola çıkıp beni aradı. ‘Mamografiyi sonra halledersin, sen hemen bir karın ultrasonu çektir’ dedi bana. Ultrason sırasında doktorun, ‘Karın ağrınız, mide bulantınız var mı?’ gibi sorular sorduğunu hatırlıyorum. ‘Bir şey var mı?’ diye sordum. ‘Doktorunuzla görüşürsünüz’ dedi ama yüzü öyle bir düşmüştü ki bugün bile gözümün önünde” diye konuştu.
Nihayetinde Gürkan’ın vücudunda portakal büyüklüğünde bir tümör olduğu anlaşıldı. Çeşitli kontroller, tetkikler ve görüntülemeler yapıldı. MR’da kontrast madde emilimi olmayınca kanserden şüphelenmedi doktorları. Ameliyat öncesi plan tümörü alıp çıkmaktı. Ancak ameliyatta tümörün bir o kadarının da kalın bağırsağın altında kaldığı için görünmediği ve oniki parmak bağırsağına yapıştığı anlaşıldı. Bir başka deyişle Gürkan uzun zamandır birbirine yapışık iki portakal büyüklüğünde bir tümörle yaşıyordu ve tümörleri neredeyse patlama noktasındaydı.
“TEŞHİSİ ALINCA ÇOCUKLARINIZI DÜŞÜNÜYORSUNUZ”
Ameliyat sonrasında yapılan patoloji değerlendirmesinde, Gürkan’ın kanserinin metastatik olduğu sonucuna varılınca primer kanseri arama çalışmaları başladı. Ancak çabalar sonuç vermedi ve “primer unknown” teşhisi kondu. Gürkan, “Bu durumdan ikna olmayan eşim, patolojiyi tekrarlatmak istedi. Bu kez histokimyasal boyama yapılınca metastaz ekarte edildi ve bunun primer kanser olduğu sonucuna varıldı. Her koşulda kemoterapi alacağıma karar verildi ve 6 kür kemoterapi aldım” ifadelerini kullandı.
Tıpkı Gültekin gibi Gürkan’ın da vurgu yaptığı noktalardan biri, kanserin sadece kişinin kendisini değil tüm ailesini etkileyen bir hastalık olmasıydı:
“Teşhisi aldığınız zaman çocuklarınızı düşünüyorsunuz. O yıl büyük oğlum üniversite sınavına hazırlanıyordu. Küçük oğlum ortaokuldaydı. Ben başta ameliyat olacağımı bile söylememiştim onlara çünkü doktor ‘2 gün yatar çıkarsın’ demişti. Ama öyle olmadı. Ailede ilk kanser hastası benim ve biz bu durumla nasıl mücadele edeceğimizi bilmiyorduk. ‘Kanser olan ölür’ diye biliyorduk. Eğer aile bağlarınız güçlüyse bütün aile yapınız etkileniyor hastalıktan. Örneğin kemoterapi alıyorsunuz diyelim. Bütün yemekler kötü kokuyor. Öyle olunca yemek yapamıyorsunuz, yiyemiyorsunuz. Ben anneme ve rahmetli babama çok çok teşekkür ediyorum. Bana ikinci kez bir bebek gibi baktılar.”

“Yaşamak Güzel” rumuzuyla projeye dahil olan Sevil Gürkan, tanı aldığı anı (soldaki) “keskin bir bıçağın üzerinde yürümek” gibi olarak tanımlıyor. Sağdaki görsel ise sağlığına kavuştuktan sonra günbatımında manzara fotoğrafı çekme hobisine odaklanmış olmasını yansıtıyor.
“SAĞ KALABİLMEK İÇİN ANLAMSIZ ŞEYLER DE YAPIYORSUNUZ”
Ek olarak Gürkan da yine kanser karşısında bilgisizliğin yarattığı sorunlara dikkat çekti. Örneğin beslenme konusunda kanser hastalarının uzman desteği almasının çok önemli olduğunu söyleyen Gürkan, “Sağ kalabilmek için anlamsız şeyler de yapıyorsunuz. Bir örnek vereyim: Kemoterapi sürecinde hasta olmamak, zayıflamamak, kilo almamak lazım çünkü ilacın dozu kişinin boyuna ve kilosuna göre ayarlanıyor. Ama yemek yemekte zorlanıyordum. Annem yiyebileyim diye ısırgan otundan börek yapmıştı, çayını demlemişti. O günlerde 2’nci kemoterapi için gittiğimde bütün değerlerim berbat çıktı. Doktorum ‘Ne yaptınız siz böyle? Ne yiyip içtiniz?’ diye sordu. ‘Isırgan otu’ deyince ‘Sakın ha’ demişti. O gün bugündür ben de hep başkalarını hep uyarıyorum otlar vs. konusunda. Bir başka örnek: Meyve yemem lazımdı ama çok fazla yiyemeyeceğim için suyunu sıkıp krema kıvamında meyve suyu içiyordum. Ne oldu bu sefer? O meyvenin şekeri nedeniyle kilo aldım. Zaten ilaçlar kabızlık yapıyordu. Üstüne meyveleri de suyunu sıkıp lifi olmadan tükettiğim için çatlayacak hale gelmiştim. Ne kadar bilinçsizmişiz…” ifadelerini kullandı.
İyileşip iş hayatına döndükten sonra internette dolaşırken Kanserle Dans Derneği’ne denk geldiğini, 2017’den bu yana da gönüllü başkanlık yaptığını hatırlatan Gürkan sözlerini, “Mental anlamda şu anda bulunduğum noktaya gelmek kolay olmadı. Ama artık farklı bir insanım, hastalık beni değiştirdi. Artık bir şeyi ben istiyorsam yapıyorum, ‘hayır’ demeyi biliyorum. ‘Hayır’ diyemeyen insanların kanser olduğunu düşünmeye başladım. Gönüllü psikoloğumuzun desteğiyle yaptığımız terapilerde de gelen tüm hastaların anlattığı şeyler aşağı yukarı böyle. Hasta olup yattığınız zaman ömrün geçtiğini, daha ne kadar yaşayıp yaşayamayacağınızı bilmediğinizi anlıyorsunuz. Ben sağlığıma kavuştuktan sonra artık ‘Yaşanacak bir gün var o da bugün’ diyorum. Bunu ağız tadıyla, sağlıkla yaşamak lazım” diye noktaladı.
SON SÖZ
Sevil Gürkan’ın sözünün üzerine söz söylemek haddim değil belki ama ufak bir hatırlatma yapmadan duramadım
Hayatta kalanların hikayelerindeki dersleri alabilmek ve kanser konusunda bir farkındalık edinmek için hastalanmayı beklemeyelim hiçbirimiz.
Ülkemizde meme, rahim ağzı ve kolorektal kanserlerin taramaları, belli yaş üstü bireyler için Kanser Erken Teşhis, Tarama ve Eğitim Merkezleri’nde (KETEM) ücretsiz olarak gerçekleştiriliyor. HPV aşısının bu yıl sonu itibarıyla 13 yaşına gelmiş tüm çocuklar için aşı takvimine gireceği, 15 yaşın üstündekilerden de isteyenlerin aşılanacağı açıklandı. Mide kanserine yol açan Helicobacter pylori bakterisi, antibiyotiklerle kolayca etkisiz hale getirilebiliyor. Sözün kısası hastalığı önlemek veya ilerlemeden yakalamak, çok yaygın olan birçok kanser türünde tedavi etmeye kıyasla çok daha kolay bir hal almaya başladı artık.
Öte yandan kanser konusunda bilinçlenmek veya kanserle mücadele çalışmalarına dahil olmak için de hastalanmayı ya da yakın çevremizden birinin kanser olmasını beklemeye gerek yok. Hazır Meme Kanseri Farkındalık Ayı da başlamışken çok basit bir internet taramasıyla ulaşılabilen pek çok dernek ve vakıftan herhangi birinin kapısını çalıp, “Ben de gönüllüyüm. Elimi hangi taşın altına koyabilirim?” demek fazlasıyla yeterli. Çünkü kanser bir halk sağlığı problemi ve bir kişinin hasta olması aslında hepimizin derdi ve 12’nci Uluslararası Onkoloji Günleri’nin veciz sloganıyla ifade etmek gerekirse, biz BİRLİKTE İYİYİZ.
En Son Tv sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.




